22 Haziran 2013 Cumartesi

Berberler ve Taksiciler


Birçok olay yaşadık. 1aydan kısa bir süreye yüzyıllık bir olay sığdırdık. Memlekete doğrudan demokrasi geldi. Ülkenin her yerinde bilfiil herkes söz sahibi oluyor, kendi düşüncesini dile getiriyor. Başta hikayeler anlatılsa da artık yavaş yavaş tartışmalar metodlu ve üretken olmaya başlıyor. 5 günde bunu öğrendik. Müthiş bir kazanım. Bunun yanı sıra elimizdeki bilgiyi doğru ve istediğimiz şekilde aktarmamız lazım.

Bilgi çağındayız ve bilgi artık yavaş yavaş en büyük güç haline geliyor. Dolayısıyla bilgiyi doğru kullanan, toplum genelindeki meşruiyetini artırabilir diyebiliriz. Bu bilgi iletim aracına medya dersek elimizde kuramsal olarak ikiye ayrılan fakat benim üçe ayırdığım medya var.

Birincisi geleneksel medya; tv, radyo, gazete, film vs gibi bilinen ve sermayenin hakim olduğu bir alan. Bu alanda, şu ana kadar insanların güvenini kazanan “+1, Ulusal, Halk Tv, Hayat Tv, Sözcü, Sol” gibi yayınlar. Anaakım medyada hiçbir şey verilmiyorken, olayların içinden haber verdiklerinden dolayı bu yayınlar hakkında “gerçeği gösteren medya” algısı yavaş yavaş oluşmaya başladı. Fakat onların da yanlı yayın yaptığını görmemiz çok da zor değil aslında. Dolayısıyla ibre onlardan yana döndüğünde, yani bu gibi kanallar ana akım olduklarında ve ideolojik olarak da desteklendiklerinde neler yaparlar bilemiyoruz. Bu noktadan hareketle, kabaca söylemek istediğim şey; geleneksel medyaya şu an sokaklarda olan ve toplumsallığını kazanmış olan hareketin güveni yok.

Diğeri ise yeni medya, bir başka değişle sosyal medyadır. Sosyal medya, aslında sokaktaki insanın talebini doğrudan yaşayabildiği bir yer aslında. Tüm görüşlerden insanlar olduğu gibi, küfür edeninden, troll’üne, herkesin kendi istediği gibi kendini ifade etmesine olanak sağlayan bir alan. Tabii ki bu alanın kendine özgü sermayeleri var ve oluşacaktır fakat bilgiyi doğrudan iletme ve kişinin istediği bilgiyi seçebilmesi açısından kendi kurallarıyla herkesin istediğini yapabildiği ve doğrudan bilgiyi, belgeleriyle ulaştırabildiği bir alan.

Yeni medyadaki aktiflikten dolayı da, bu hareketin bu medyayı iyi kullandığını söyleyebiliriz fakat “ ’hüloğ’ abla” ile kendi bedensel varlığını kılla özdeşleştiren ablaya ulaşabilmek için bu iki medya aracı da yeterli değil kanımca. Bu noktada benim “mahalli medya” adını verebileceğim medyanın aktif ve doğru kullanılması lazım kanısındayım. Onlar ise berberler ve taksiciler. Bir şehrin tam anlamıyla “sosyal medyası” bu iki meslek grubudur ve öyle ya da böyle haber güvenirlikleri vardır bu iki meslek grubunun. Bir mahallede herkesin gittiği tek esnaftır berber. Bakkalı da manavı da oraya gider. Taksiciler ise her ne kadar belirli bir gelir grubuna hitap ettiği düşünülse de hemen her kesimden insanla temas halindedir ve bilgi değişimini doğrudan sağlar. Dolayısıyla, bu iki meslek grubunun gücünden yararlanmak, bu hareketin meşruiyet tabanını artıracaktır.

Nasıl yapılabilir?
  • Bu insanlar zaten kendi ideolojileri doğrultusunda düşünürler. Bunu değiştirmek o kadar kolay olmayabilir fakat yapılan yardımlar bu meslek grupları aracılığıyla yapılırsa (örn: yoksul çocuklara, sokak çocuklarına yapılacak yardımların duyurulması)
  • Doğrudan duraklarla/berberlerle irtibata geçerek hatta onları da bu harekete dahil ederek yapılacak eğitimler, atölyeler, onların da aktif rol alabileceği görevler almalarını sağlayarak (örn: ücretsiz kırtasiye/kıyafet yardımlarının duraklardan ve berberlerden de yapılması)
  • Yine doğrudan (meslek odaları aracılığıyla yapılabilir), onların içine bulunduğu zorluklar, haksızlıklar (değnekçi parası, sosyal sigorta vs) ortaya çıkarılıp bunların çözümü için onlarla beraber mesai harcamak.


Daha elbette bir sürü madde çıkabilir ortaya. Fakat kabaca benim aklıma gelen üç yöntemle bu şekilde doğrudan bilgiyi iletme olanağı artabilir. İnsanları “biz iyi şeyler yapıyoruz”a ikna etmekten ziyade, yaptığımız iyi şeyleri de onları da dahil edebildiğimiz ölçüde hareketin başarısı katlanarak artacaktır.

24 Ocak 2013 Perşembe

Süslü Golgolgol

26 ekim 1996, cumartesi, Çerkezköy Güneşler Otel'de hummalı bir çalışma vardı. Ütülü krem rengi örtüler, temiz bez peçeteler restoran masalarında yerini itinayla alıyordu. Otelin aşçıları, bu günün kusursuz geçmesi için akşamdan etlerini marineye yatırmışlardı bile. O gün ailenin 8 yaşındaki en küçük çocuğu aklından hiç çıkmayacak bir akşama hazırlandığının farkında değildi. O yaşta neyin farkında olabilirse bir çocuk o kadar farkındaydı olan bitenin. Okuma yazmayı çok küçükken halletmiş olması, ilk okulda ona yapılacak pek bir şey bırakmadı. İlerleyen yıllarda tembelliğini hep bu çok erken çalışkanlığına bağlayacağından habersiz en sevdiği sarı botlarını bağlıyordu. Ayaklarının büyümüş olduğunu fark edip "bu ayakkabılar küçülmüş" dedi. Nesnelerle kurabildiği göreli ilişki en fazla bu kadardı.

Telefonu çaldı çocuğun tam 27 gün 2 ay 16 sene sonra. Abisiyle konuştuktan hemen sonra çalmıştı. Annesinin "Oğlum okulunuz yanıyor" sözüne kahkahayla cevap verdi. 
"Mezun olabilecek misiniz? Diplomalar falan" 
"Anne ne diyorsun sen ya? Yok bir şey o kadar, bilmiyorum ama bir oda yanıyordu sadece bildiğim kadar" telefonda anlatım bozukluğu yapılabilirdi çünkü konuşma dilinde virgülü noktayı ayarlayamıyor insan. Twitter, Facebook gibi alanlar üzerindeki "yanıyoruz" yazısını görünce sevgilisine "Napalım? Gidelim mi?" diye sordu e ve y harflerini atıp. Zira önemsemiyordu o sırada yanmayı.

Aslında o günü önemsiyordu çocuk. Çünkü akşam köfte yiyecekti. Bir de Abisiyle ve Babasıyla, Fenerbahçe'nin maçına gideceklerdi. Zira baba; arada bir kuzenini ve abisini alıp stada gidiyordu. Onlar gibi büyümek istiyordu ve Güneşler'de bir maç izlemek bir tür erginliğe geçir ritüelleri sayılırdı şifreli kanalların yeni çıkmaya başladığı zamanlar. Ki o zamanlarda henüz çocuk bilgisayarı görmemiş, sadece adını duymuştu. Yürüme mesafesi bir yer olmasına rağmen, o zamanlar hep yaptıkları gibi, arabaya binmişlerdi. Anne evde kalmıştı. Kendini büyümüş bir erkek gibi hissediyordu.

Yolu hızla yürüdüler. Otobüse binip de mi gitsek diye düşünürlerken yolun daha baştan kesilmiş olduğunu gördüler. Taksi mesafesiyle 5lliralık mesafeyi yürüdüler ya da 3 duraklık mesafe. Yürünmez değildi de, telefonların ardı arkası kesilmiyordu ki! Telefonlar kesildiğinde nefesi de kesilmişti. Ya da gerçekten nefesi kesildiğinden telefonların sesini umursamıyordu. Gözünün önünde gençliğinin bir kısmı çatır çatır yanıyordu çocuğun. Kendini çaresiz hissediyordu. Dumanlar; provalarını, flörtlerini, sarhoşluklarını, kopyalarını, bütünlemelerini Ortaköy tarafından Boğaz'a savuruyordu.

Maçın ilk yarısı çok sıkıntılıydı. Oğuz ve Rıdvan neden bir şey yapmıyordu? "Galatasaray Lisesini kazan, istiyorsan üniversiteyi okuma" diye bir şey duydu. "Nasıl ya? Abim gibi ders çalışmak zorunda değil miyim?" diye dönüp baktı Fen Lisesi okumuş, kredili sistem yüzünden puanları düşmesin diye düz liseye yatay geçiş yapan abisine. "Çok büyük bir camia -tam olarak ne anlama geliyordu ki bu kelime- çok büyük adam olursun oradan mezun olursan" çok büyük olmaya niyeti yoktu. Kısa yoldan daha fazla ders çalışmamanın yolunu bulmuş gibiydi İkinci yarı boyunca kendi kendini ikna etmeye çalıştı, "Fenerliyim ama büyük Fenerliler de Galatasaray Lisesinde okumuşlar aslında. Hem daha fazla ödev yapmama gerek kalmıcak, abime baksana fakat su? İstanbul'da su yok ki!"

"Kovayla taşısan gelir ya şuradan su! Sön be sön besönbesönbe" diye ağzının içinde inledi. Su yok mu hala İstanbul'da yahu? "Yaktılar be!Yanma be!Yakma be!"

"Vur be vur be vur be"lerle ayağa kalktı babası kalktı diye. "GOOOOOOOOLLLL!" diye bağırıyordu abisi, eve gittiğinde o bağrışıyla bir bardak kırdığını söyleyecekti. Uche'nin Fenerbahçe'nin 2000. golünü attığı gündü ve çocuk İstanbul'a gidecekti. Korkuyordu, su yok diye ama gidecekti. İstediğini yapabilecekti ama bir şartla: Galatasaray'a girmek!

Acaba anneannesi dua okusa söner miydi bu yangın? 2006 yılında elinden tutup kapısının önünden içeriyi gösterdiği yerden şimdi yanmasını izliyordu, "iyi oku duanı bak buraya gireceğim kadar oku" diyordu. Söneceği kadar okusa ya şimdi? "Sönbe!" neden sönmüyordu? "Su yok mu su? İtfaiye şurası, yığsalar ya buraya arabaları" neden yığmadılar?" Galatasaray'a girmişti, kaydını yaptırmıştı, provalar yapmıştı, sarhoş olmuştu, eğlenmişti, ağlamıştı, yazmıştı yazılmıştı bahçesinde, koşmuştu ama o koridorlar şimdi gözünün önünde dumanların arasında kayboluyordu. Kaç prova yapmıştı kim bilir, kaç cümle kurmuştu, kaç kez işemişti acaba oradaki tuvaletlere, kaç dakika uyumuştu orada, kaç satır okumuştu peki? "Ahbe ahbe ahbe!" Duvarlarındaki resimlerinden tavandaki kakmalarına kadar açık hava gösterisinde yanıyordu. Ağzının dibinde yüz tane kamera ve mikrofon vardı, sordular ne hissediyorsunuz diye "Uche o golü attı mı? Ben daha dün Güneşler Otel'in restoranında köfte yiyordum, ne ara geldim ki ben buraya? Ne mi hissediyorum, su yok hala İstanbul'da"

Sen oradasın ben burada! Korkma, halam bana zamanında söz vermişti, tankerle su yollarım gerekirse diye! Yapar o! Merak etme! Sen yine orada olacaksın, ayakta dimdik duracaksın eskisi gibi. Bittiği zaman işte Süslü ilk golünü atacak göz alan formasıyla. Hadi Süslü hadi Süslü hadi! Tam zamanı tam zamanı şimdi!