"O daha fazla koyardı" diye düşünüp biraz daha fazla koydu rakıdan bardağına. Domuz sıkısı diye adlandırırdı. Kabaca tanımlayacak olursak 7/10 una rakı 2sine su 1ine de nefes koyardı. Buz yok. Olmasına da gerek yok. Zira buz rakıyı bozar. İçene bir şey demem ama mümkünse rakı ve su soğuk olsun. Yeter. Yoksa buz konmaz. O koymaz. Gerçi rakıya limon suyu ve soda koyan bir adamdan bahsediyoruz. Öyle bir adam ki, limon ve sodayı koyduktan sonra bıyıklarını oluşan köpüğe gömerek içen bir adam.
-----
*gümgümgüm* diye duvara vurdu bıyığı limonlköpüklü adam. Çocukları geldi mutfağa. Bıyıklarındaki limonu sildi Bıyık Hoca. Dedi ki "Siz siz olun". Ne dediğinin farkına varmadan. Siz, siz olun ne demek onu görmeden. Bir insan ne zaman kendisidir bilmeden dedi ki "Siz siz olun". Sonra da limonlu bıyıklarıyla koşarak gitti ki... Kim ne zaman kendisi olacaktı? Anlaşılsın diye tekrar ediyorum Siz yerine elma diyelim mesela. "Elma elma olsun ki".... Elma zaten elmadır. Ne zaman elma olur bir elma? Biz biz olalım da sen nereye gittin Baba?
-------
Hocam dedim, yapma etme dedim de niye dinlemedin ki beni? Hiç dinlemedin ama. Azıcık dinlesen ya da dinleseydin belki... Bak işte bir sene olmuş. Efendim? Kızartma yapmadım. Peynir var.
------
Rakı bardağıyla konuştuğunu fark etti. Son kalan takribi 3 yudumluk rakıyı tek bir yudumda yuttu. Tuvalete gitti. Başı dönüyordu. "Ulan bu herif her seferinde nasıl bu kadar içiyordu" diye söylendi. Duvardaki resmine baktı. Kendini görecek gibi oldu. Gözyaşları kustu.
----
Kusmayayım da ne yapayım? Neredesin şimdi? İçimden hiçbir şey gelmiyor. Seni görmekten başka. Nerdesin? Demeye kalmadan, bir ışık. Belki de beyaz bir karanlık
SoT
22.04.2016
03:01
22 Nisan 2016 Cuma
26 Mayıs 2015 Salı
Zeytin
Sarhoşken hiç çekilmiyoruz zaten biz Baba. O yüzden sana en ayık halimle yazıyorum. Zira sarhoş olunca ikimiz de yüzlerce kez anlattığımız hikayeleri iki yüzlerce anlatmaya doğru devam ediyoruz nereye bağlayacağımızı unutarak. Ben şu an nereye bağlayacağım kendimi Baba? Bu yazı nereye gider? Bu çocuk nereye gider?
Hayatımı değiştirmeye çalışıyordum kendimce, öldüğün sıralar olacak. Yine klasik bir Halit Hoca hareketi olarak, kimseye sormadan kendi içinde kararını verip hayatımı değiştirdin. Hep yaptığın gibi. Sakin, gözlemci, etkin. Bana yine yaşamaktan başka çare kalmadı. Su yolunu bulur derler ve benimkisi de bir şekilde buldu her seferinde.
Ayıkken de çekilmiyormuşuz anladığım kadarıyla. Doğum gününü kutlayacaktım bugün aslında, acele etmeseydin o kadar hediyeni de yollayacaktım. Yukarıda da demiş olmam lazım. Siktir et ya! Hayat zaten genel olarak boktan tekrarlar üzerine. Biz üç-beş cümleyi, sekiz-on hikayeyi tekrar etmişiz çok mu?
Ne güzel çıkmışız bu fotoğrafta! İyi ki de çekmişiz. İyi ki de sahilde içmişiz. Şu yaşımda "Babama şunu söyleyebilseydim o yaşarken" dediğim hiçbir şey kalmadı o gece sayesinde. Ölümden bahsettin, yaşlandığından falan. Ben de sana hatırlıyorsan "69 yaşındasın, oğlunla şu manzarada içiyorsun. 30 yaşında sana bu tabloyu verseler sorgusuz kabul etmez miydin?" demiştim. Onaylayan bir "Hayır, şimdi..." gelmişti ardından. İlk seferde hiç evet demedin zaten. Biz de bu yüzden o "Hayır, şimdi..."lerin ne olduğunu her seferinde anladık. Bu yaz da içerdik, gitmeseydin. Ne yapalım, Çerkez'de kalmayı tercih ettin.
Gitmeden önce bira paylaşmaya geldim. Bira sevmezsin sen pek ama ne yalan söyleyeyim mezarlığa rakı teffarruatıyla girmeyi götüm yemedi Hoca! Ama bir dahakine söz.
Evvelsi gece rüyama geldin. Ben de özledim seni. Aziz Yıldırım'la bu iş olacak gibi değil. CHP fena başlamadı aslında, bakalım ne olacak! Ama doğruya doğru, reel politikte HDP'nin mecliste olması faydalı olacaktır.
Oralarda skype var mı? Yoksa illa bir kadeh boş mu bırakılacak evde?
Bir sıkıntın varsa söyle, zira benim ziyadesiyle var.
İyi ki doğdun Babam! 70 niye olmadın?
SoT 17:12
26.05.2015
Paris
26 Şubat 2015 Perşembe
İyi ki doğdun!
Ne kadar çabuk uzadı saçların? Peki gözlerin? Daha da büyüyecekler mi? Ya güzel kirpiklerin, daha ne kadar uzayacaklar? Koşmaya başladığında beraber düşecek miyiz? Ya da ne bileyim, birkaç bardak kırıp saklayacak mıyız?
Bu kadar kötüye giden dünyada tek iyi olan şey, ZEYNEP! Gelemedim bugün pastanı burnuna sürmeye! Kusura bakma olur mu?
Ne iyi yaptın doğarak! Küçük balık!
SoT
Bu kadar kötüye giden dünyada tek iyi olan şey, ZEYNEP! Gelemedim bugün pastanı burnuna sürmeye! Kusura bakma olur mu?
Ne iyi yaptın doğarak! Küçük balık!
SoT
22 Ocak 2015 Perşembe
HA
Yavaş,
Yavaş yavaş
Toparlanıyordu kalabalık.
Ve bir çığlık!
Bir hıçkırık!
Kopamadı ta derinden...
22.01.2015
Paris
Yavaş yavaş
Toparlanıyordu kalabalık.
Ve bir çığlık!
Bir hıçkırık!
Kopamadı ta derinden...
22.01.2015
Paris
3 Ekim 2014 Cuma
Kedi Gözlü Oyun
“O gördüklerimiz de fosforlu olan o kedi gözleri bize yol gösterici… yani bizim bu sosyologlarımız…”
Necati Şaşmaz, 12
Haziran 2013
Çocuklar;
Girişi çocuklar diye yapayım ki, aramızda hiyerarşik bir
fark olsun, ben tepeden bakan biri olarak bazı sıkıntılarımı buyurgan bir
tarafla yazabileyim. Hatta öyle yapayım ki, ne kadar mantıksız olsa da, ben
sizden büyük olduğum için “İlerde benim ne demek istediğimi anlarsın” bakışıyla
sizi dediklerimi kabullenmeye zorlayayım. Öyle bir cinim ben.
Bazı elitist kaygılarım var efendim Türkiye ile ilgili.
Tezkere çıkmışken bu yazdığım tam olarak beni “Köy yanarken, hayat kadını (TDK:
Kolay elde edilen, düşük ahlaklı kadın) saçlarını tararmış” atasözümüzdeki “kolay
elde edilen kadın” yerine koyuyor. Varsın olsun, uzun zamandır düşünüyordum
yazmayı. Aradan çıksın.
Evet çocuklar. (Bunun nedenini biliyorsunuz) İki tane
kaygımdan bahsedeceğim bu yazımda. (Merhaba Fransız usulü yöntem bilimi kaygısı).
Sosyoloji mezunu olup tiyatro yapan “kolay elde edilen” biriyim. Bu karışık
durumda da saçlarımı tarıyorum. Ne diyordum? Evet, saçlarım!
Ne zaman bir olay olsa, toplumsal bir eylem, efendim çeşitli
siyasi kararlar alınsa mesela, bazı bazı sorunlar, bazı çözüm süreçleri
vesairelere dair, orada televizyona bazı amcalar, teyzeler çıkıyor (bazıları
Nagehan gibi abla) ve tartışıyorlar. Bu tartışmalarda istisnasız ama gerçekten
herhangi bir istisna yok “bu ülkenin sosyolojisi bozuk, sosyologların buna bi
el atması lazım” gibi ne idiğü belli olmayan bir cümle sarf ediliyor. Duyduğum
anda tüylerim diken diken oluyor ve söyleyenin ağzında vurasım geliyor,
mandalla tutturasım geliyor. O derece. Evladım! Hakikaten sayıylan mı
veriyorlar? Manyak mısınız? Sırf adı psikolojiye benziyor diye, aynı puan
türünden alıyorlar diye, senin oğlan ÖSS sınavında (anlatım bozukluğu 101) iki
bölümü alt alta yazdı diye aynı şey mi lan bunlar? “Bu ülkenin matematiği çok
bozuldu. Çarpım tablosu filan asılsın duvarlara” diyelim oldu olacak. Bak
çocuklar dediğim için de ağzımı bozamıyorum. Yazıyı bu saatten sonra
değiştirmeye de üşenirim. Ama çocuklar, benim ağzım bozuktur.
Sosyologlar el atsın diyor bir de utanmadan. Zaten her türlü
sorumluluğu almaktan ezcümle kaçınan insanlar topluluğuyuz, “bu işi de
sosyologlar çözsün amk (afedersiniz)”. Ayrıca, madem sosyologlar bu kadar iş
yapabiliyorlar, neden o bankada, öteki gsm operatöründe, beriki ilaç firmasında
çalışıyorlar lan? Sosyolog olan 3-5 kişi de araştırmalarına fon bulamıyorlar,
ne bileyim, çok afedersiniz sikindirik kağıt işleriyle uğraşıyorlar
üniversitelerde araştırma yapacakları yerde? HADDİNİ BİL! Ayrıca sosyoloji
bitirince hemen sosyolog olmuyor, onu da belirteyim. Mesela ben sosyoloji
mezunuyum, sosyolog değilim.
Evet, bu konuyu bu sinirle anlattıktan sonra gelelim diğer
konuya. Tiyatro. Yine ne zaman bazı olaylar olsa (bu olaylar siyasi olabilir,
spor aktivitesi olabilir), bazı amcalar bunu beğenmese hemen “Herkesin gözleri
önünde tiyatro oynandı, kimse ses çıkarmadı” denir. Al işte! Al bunu, vur
yukardaki sosyolog fetişistine. Lan oğlum, arkadaki, mal evladım, gelip gidiyorsun
iki gıdım bir şey öğren. Tiyatro zaten böyle bir prensibe dayalı. Tiyatro,
etimolojik olarak bakılan yer demektir. Demek ki, herkesin gözleri önünde
oynanır. E mi? Öte yandan, tiyatro bu mu lan? Gevşek! Ne kadar beğenmediğiniz şey varsa ya da
aklınızın ermediği şey varsa “tiyatro ya, bu millet bu oyunu bozar” boza boza
oyun oynayamaz oldunuz lan. Bozmayın azıcık şu oyunları! Tiyatro bu kadar basit
bir şey mi ya? Hobi mi lan bu? (Teşekkürler Doğa) İş ulan bu iş! Her önüne
gelen tiyatro yaparsa, sen bu oyunu bozarsan, tiyatrocu ne yapacak? Zevzekliğin
lüzumu yok.
Evet arkadaşlar (derse çocuklar diye başlayıp arkadaşlar
diye bitiren hoca iticiliği). Saçlarımı taradım, rahatladım. Yarın öbür gün
başka elitist sıkıntılarım olursa gene anlatırım.
İtişmeyin.
Arka taraf.
SoT
01:29
3 Ekim 14 - Paris
1 Haziran 2014 Pazar
1 sene sonra aynı yer (mi?) - Gezi Parkı
merhaba.
son olaylarla ilgili yazılanları okudum. sosyal medyayı takip ediyorum. geçen seneye dair videoları izleyip tüylerim diken diken olduğu gibi, bu seneki über şiddet görüntülerini görüp sinirden köpürdüğüm de oldu. mevzu bu değil ancak.
geçen seneyle bu senenin farkını sadece görüntülerden yazacak olursam, polis artık ne yapacağını daha iyi biliyor. yani geçen sene bir ara bu vakitler bazı polislerin röportajlarını okuyup empati yapıyorduk. diyorlardı ki, "emir o kadar genel oluyor ki" "kaç saattir ayaktayız" artık bu gibi argümanların olmadığını gördük. doğrudan vur emri alınmış. emir açık. ve günler gecelerce sürmediğinden artık o kadar da ayakta değiller.
bir diğer mevzu ise artık bizim ne yaptığımızı bilmememiz. geçen seneki gibi bir hareket elbette yok. belki cesaret kırılmasıyla açıklanabilir bir ölçüde. fakat daha ziyadesiyle oraya çıkan bizler artık hükümetin oyununa gelmiş, artık onların oyunu iyi oynadığı yere çekilmiş durumdayız.
geçen sene günlerce, istanbul'un göbeğinde bir komün kuruldu. yaratıldı, üretildi, yaşatıldı. her türlü şey yapıldı. hatta "artık bize ihtiyaç yok" deyip evlere bile dönüldü. her ne kadar üslup olarak ismi doğru bulmasam da `orantısız zeka kullanımı` diye bir kavram çıktı ortaya. işte bu kavramdı meydanlarda `duran adama karşı duran adam`ı çıkarttıran. bu işte binlerce, türkiye genelinde birkaç milyon insanın yapabildiği ve devletin, hükümetin ve kolluk güçlerinin bilmediği oyundu. o oyunu iyi oynadık. şimdi o oyunu oynamanın yollarına devam etmek lazım. eğer o oyunu oynatırsak, `taksim meydanında kitap okuyan polisler` gibi oksimoronlar görmeye devam ederiz ve gerçekten bir şeyler değişir.
hatırlayın; `ne yaparsanız yapın kararımızı verdik` demişti bir büyüğümüz. bakın şimdi ne var orada?
bilmiyorum hala devrim olacak hayaline inanan var mı şu dünyada. ben inanmıyorum. inanlara kesinlikle bir şey demiyorum. fakat birilerini devirip, birilerini al aşağı etmek sonrasında getireceğimiz şeyin niteliğini çok değiştirmiyor bence. polislere iki saat bile olsa kitap verdirecek kadar ne yapacağını bilemez hale getirmek daha doğru bir yöntem bence.
mesela, `her yer taksim her yer direniş` diyorduk. ama bugün, taksim bir iktidar fetişi haline getirildi. hani her yer taksim'di? mesela haydarpaşa işgal edilseydi gezi'nin yıl dönümünde, 25bin polis taksimde bekleseydi, o zaman şahane olurdu işte.
bu arada, iktidar sahiplerinin milis güçlerine karşı kendi milislerimizin olmasına kesinlikle bir lafım yok. çarşı sayesinde, deneyimli direnişçi abiler sayesinde barikat yapmayı, biber gazından etkilenmemeyi öğrendik. onların bulunması, karşı tarafın silahlarını etkisiz hale getirebilmek için olmazsa olmazlardan. fakat onların arkasında olmaktansa, onlar gibi savaşmaktansa, kendimiz gibi takılalım hep yaptığımız gibi. bir şekilde gezideki gibi, hep bir oluyoruz zaten.
özet olarak, bırakalım `her yer taksim her yer direniş` olsun. her gün başka bir değerimizi kaybediyoruz. ama tek bir fetiş nesnesine sarılmayalım. bugün şehirde bir sürü yaşam alanımız işgal ediliyor. haydarpaşa'mı? gidelim nöbete. 3. köprü mü? gidelim nöbete.
geçen sene bir abimin gezi forumları sırasında dediği bir şey vardı, bu akımı politikaya nasıl dönüştürürüz diye. biz partiye katılmaya gelmedik ki, parti yapmaya geldik. eğlenmeye geldik. bırakın politikacılar onu düşünsün. o bizim işimiz değil.
hepinizi seviyorum.
son olaylarla ilgili yazılanları okudum. sosyal medyayı takip ediyorum. geçen seneye dair videoları izleyip tüylerim diken diken olduğu gibi, bu seneki über şiddet görüntülerini görüp sinirden köpürdüğüm de oldu. mevzu bu değil ancak.
geçen seneyle bu senenin farkını sadece görüntülerden yazacak olursam, polis artık ne yapacağını daha iyi biliyor. yani geçen sene bir ara bu vakitler bazı polislerin röportajlarını okuyup empati yapıyorduk. diyorlardı ki, "emir o kadar genel oluyor ki" "kaç saattir ayaktayız" artık bu gibi argümanların olmadığını gördük. doğrudan vur emri alınmış. emir açık. ve günler gecelerce sürmediğinden artık o kadar da ayakta değiller.
bir diğer mevzu ise artık bizim ne yaptığımızı bilmememiz. geçen seneki gibi bir hareket elbette yok. belki cesaret kırılmasıyla açıklanabilir bir ölçüde. fakat daha ziyadesiyle oraya çıkan bizler artık hükümetin oyununa gelmiş, artık onların oyunu iyi oynadığı yere çekilmiş durumdayız.
geçen sene günlerce, istanbul'un göbeğinde bir komün kuruldu. yaratıldı, üretildi, yaşatıldı. her türlü şey yapıldı. hatta "artık bize ihtiyaç yok" deyip evlere bile dönüldü. her ne kadar üslup olarak ismi doğru bulmasam da `orantısız zeka kullanımı` diye bir kavram çıktı ortaya. işte bu kavramdı meydanlarda `duran adama karşı duran adam`ı çıkarttıran. bu işte binlerce, türkiye genelinde birkaç milyon insanın yapabildiği ve devletin, hükümetin ve kolluk güçlerinin bilmediği oyundu. o oyunu iyi oynadık. şimdi o oyunu oynamanın yollarına devam etmek lazım. eğer o oyunu oynatırsak, `taksim meydanında kitap okuyan polisler` gibi oksimoronlar görmeye devam ederiz ve gerçekten bir şeyler değişir.
hatırlayın; `ne yaparsanız yapın kararımızı verdik` demişti bir büyüğümüz. bakın şimdi ne var orada?
bilmiyorum hala devrim olacak hayaline inanan var mı şu dünyada. ben inanmıyorum. inanlara kesinlikle bir şey demiyorum. fakat birilerini devirip, birilerini al aşağı etmek sonrasında getireceğimiz şeyin niteliğini çok değiştirmiyor bence. polislere iki saat bile olsa kitap verdirecek kadar ne yapacağını bilemez hale getirmek daha doğru bir yöntem bence.
mesela, `her yer taksim her yer direniş` diyorduk. ama bugün, taksim bir iktidar fetişi haline getirildi. hani her yer taksim'di? mesela haydarpaşa işgal edilseydi gezi'nin yıl dönümünde, 25bin polis taksimde bekleseydi, o zaman şahane olurdu işte.
bu arada, iktidar sahiplerinin milis güçlerine karşı kendi milislerimizin olmasına kesinlikle bir lafım yok. çarşı sayesinde, deneyimli direnişçi abiler sayesinde barikat yapmayı, biber gazından etkilenmemeyi öğrendik. onların bulunması, karşı tarafın silahlarını etkisiz hale getirebilmek için olmazsa olmazlardan. fakat onların arkasında olmaktansa, onlar gibi savaşmaktansa, kendimiz gibi takılalım hep yaptığımız gibi. bir şekilde gezideki gibi, hep bir oluyoruz zaten.
özet olarak, bırakalım `her yer taksim her yer direniş` olsun. her gün başka bir değerimizi kaybediyoruz. ama tek bir fetiş nesnesine sarılmayalım. bugün şehirde bir sürü yaşam alanımız işgal ediliyor. haydarpaşa'mı? gidelim nöbete. 3. köprü mü? gidelim nöbete.
geçen sene bir abimin gezi forumları sırasında dediği bir şey vardı, bu akımı politikaya nasıl dönüştürürüz diye. biz partiye katılmaya gelmedik ki, parti yapmaya geldik. eğlenmeye geldik. bırakın politikacılar onu düşünsün. o bizim işimiz değil.
hepinizi seviyorum.
20 Nisan 2014 Pazar
Tramvay Bekleyenler Derneği
Tramvay bekliyorum. İki insan var karşımda. Tam olarak ne
konuştuklarını bilmiyorum. Bana göre solda olan adam ellilerinde, hafif kamburu
çıkmış, alnından dökülen saçlarıyla oldukça kel birisi. Gören kel demez de, kel
adama bak dersen ona bakarlar mesela. Elinde iki adet naylon torba var, değerli
madde naylon torba. Kim bilir hangi mamutun ya da dinozorun kemiklerini taşıyor
elinde. Tarihe dokunduğunun farkında bile olmadan ki olsa dahi herhangi bir
market poşetine dönüşmüş tarihe artık ne kadar tarih diyebiliriz, azı dişinden
gelen çürüğün kokusunu bana göre sağda duranın yüzüne, kahkahasıyla savurdu.
Bana göre sağdaki adam soldakine göre daha genç duruyordu. Gerçi soldaki daha
erken çökmüş de olabilirdi. Sağdakini genç gösteren kafasına taktığı eskimiş kepinden
ziyade bacaklarının arasına sıkıştırdığı gitarıydı. Bir insan belli bir yaşın
üstündeyse (bu yaşı belirleyen bir enstitü bilmiyorum. Herhangi bir yaşı
belirleyen enstitüler de bilmiyorum. Benim bildiğim belli yaşlar 18 filan gibi
beynelmilel yaşlar) ve enstrüman çalıyorsa, hangi enstrüman çaldığı fark
etmeksizin etrafındakilerinin saygısını kazanıyor. Herkes bir enstrüman çalmaya
bir şekilde başlar. Herkesin evinde bir gitar mutlaka vardır. Ama bunu yıllar
yılı devam ettirebilmek başlı başına ayrı bir olay.
Sağdaki gitarlı adam, kıç cebinden paket içinde tütün
çıkardı. Müthiş bir el çabukluğuyla bir tütün sardı. Ayakkabılarıma gözüm
takıldı, sağdaki adam sardığı sigarayı soldakine verip yenisini sararken. Ben
sırf ayakkabımı bağlama ve/veya çözme işini sağdakinin sigarayı sarma
becerisinin yarısı kadar yapamadığımdan, bağlarını çözmeden giyer çıkarırım. Bu
yüzden zaten ayakkabılarımın arkası hep erkenden gider. Ben bir de topuklarıma
basarak yürürüm. O yüzden ilk topukları aşınıyor ayakkabının. Artık eskisi gibi
de iyi ayakkabı yapmıyorlar zaten. 1 sene içerisinde bir ayakkabıyı çöpe atacak
hale geliyorsun. Dedeme bakacak olursak biz malımıza değer vermiyoruz. Solcu
amcama bakacak olursak kapitalizmin oyunu, bana kalırsa iki çift ayakkabın
olursa daha uzun giyersin aslında.
Tramvay bir türlü gelmiyor. Sigarayı yakmaları beni
heveslendirmedi değil. Zira ben ne zaman sigara yaksam tramvay ve/veya otobüs
ve dahi metro geliverirdi. Şimdi onlar yaktılar, hem de iki kişi, şıp diye
gelirdi. Soldaki adamın burun delikleri genişçe olduğundan, duman burnundan termik
santral bacasından çıkarmışcasına bir ve kardeşçesine çıkıyor. Soldakinin de
yeteneği bu idi. Bunun farkında olduğundan, sigarasından her bir fırt aldığında
burnundan vererek sohbetine devam ediyor. O hafif kambur ve dumanlı burun,
adeta bir şaman büyücüsü gibi atmosfere sahip oluyordu anında. Ve o şaman öyle
inanarak çekiyor ki o büyülü nefeslerini, yak ulan bir tane daha deyip tribün
oluşturasım geldi. Ben mi yaksam? Yakarsam gelir ama. Onlar yaktılar, tramvay
onlara gelsin. Onlara gelsin ben sebepleneyim.
Soldaki adam torbasından bir kutu gibi bir şey çıkardı.
Gittikçe enteresan oluyor bu Şaman Efendi. Şaman efendim, ayrılık ölümden
beter, durunuz etmeyiniz dedimse de, kutuyu kocaman ve gevrek bir gülümsemeyle
sağdakine gösterdi. Eski bir teknolojik alet. Diafona benziyor ama hoparlör
bile olabilir. Hurdacılıkla uğraşıyor olsaydım bilirdim de bir sigara mı yaksak
acaba?
Sağdakinin gitarı kılıfına koyma eylemi; oldukça büyük bir
alanı işgal eden bir eylem. Sırtında asılı gitar kılıfının askısını sağ eliyle
kavrayarak, solundan sağına doğru, vücuduna yakın, ufak bir kavis çizerken sol
eliyle sapının tarafını tuttu önce. Sol elini sabitleyip, sağ eliyle fermuarını
açtı şimdi de bu bez kılıfın. O arada sol eliyle hala kılıfı tutarken, sağ
eliyle bacaklarının arasındaki gitarın sapından tutarak, adeta bir yılanı
boğarcasına, kılıfı gitara sardı. Çabuk bir hareketle de fermuarını cıuuvvvvrrt
şeklinde kapattı. İşte bu eylem, tramvay bekleyenlerde (benden başka kimse
beklemiyordu) gözle görülür bir hareket yarattı. Adeta üyesi bulunduğum Tramvay
Bekleyenler Derneği, bekledikleri beklemeyle ilgili bir yazı olduğunda referans
verilmezse olmaz olan Godot’nun teşrifiyle sene sonu çayının hangi parkta
yapılması gerektiğini tartışmaya başlamışlardı ki, hop nereye yahu? Adamlar
tramvay beklemek şöyle dursun, iki sigara sarımlığı ve bir gitar koyumluğu
zaman kadar orada beklemeye gelmişlerdi. Zira oranın müdavimiydiler. Ve her
gün, öğleden sonra saat 3 gibi iki sigara sarımlığı ve bir gitar koyumluğu
zaman beklermiş. Ben de daha sonradan öğrenecektim bu ayrıntıyı.
Bir sigara yakayım bari. Cebimden yarısını içip söndürdüğüm
sigarayı çıkardım. Yaktım. Yakar yakmaz tramvay uzakta gözüktü. Yarım sigarayı
söndürdüm, sadece Tramvay Bekleyenler Derneği’nin tecrübeli üyelerinin
bilebileceği yarım sigarayı, bir sonraki bekleyiş için pakete koydum. Burnumdan
nefesi vermeye çalıştım fakat, şaman efendim, olmadı ya.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)