25 Aralık 2012 Salı

"Cadılar"ım

"Aslan Kral yapmak istiyoruz" dedi kız. Simba'yı düşündü o an çocuk. Kırlarda babasıyla koşan genç Simba ile erginleşen Simba'yı düşündü. Küçüğü daha bi sevimliydi de ergin hali de yakışıklıydı keratanın. E ne de olsa kral çocuğuydu. Bizimkisi de işte emekli öğretmen. "Bu ay az para gönderdiler, yürüyerek dönerim" diye aklından geçiriyordu.

Havada bunalımın asılı durduğu bir yazdı. Nemin vücutta süzülmesine ter adını verdiğimiz kadar yapış yapış ve insanı bir koltuğa çivileyecek kadar ağırdı hava. Sabah kalkıp izlenen 3 bölüm Behzat Ç.nin üstüne kahvaltı etmek için yapılan menemen. Ve dahi menemenler için yumurta alırken yanında alınan 3-4 birayla başlanan öğleden sonralarıydı. Kararını vermişti aslında işte daha önceden de kararıyla yüzleşmesi biraz tatsız oldu çocuğun. Yazılmamış tezin de vermiş olduğu aşırı suçluluk duygusu, biten aylık burs ve dahi hiç olmayan para cabasıydı. Ev de değiştirmişti yazın başında. Tebdili mekanda ferahlık vardır dedi de koltuğundan kalkmadı ki bütün yaz. Sadece verdiği kararı evinde uyguluyordu. Başka işte çalışmamak. O kadar çok oturuyordu ki göz kapakları hariç her yeri uyuşuyordu. "Ben olmuşum depresyon!"

Evden sadece oyuncu seçmelerine gitmek için çıkıyordu, ki çalıştığı bir başka oyunun provaları genelde kendi evinde oluyordu. Görüşmeleri çoğul kullandığıma bakmayın, 3 reklam görüşmesi, 4 aşırı dandik çocuk oyunu görüşmesi ve iki tane de yetişkin oyunları yapan tiyatro görüşmesi. Her görüşmeye umutla çıkıyor evden, duş falan alıyor, parfümünü sıkıyor, sakallarını tarıyor (sakalları o kadar uzundu ki saçlarından önce taranması gerekiyordu) yola koyuluyordu. Ama daha kapıya gelmeden saçma bir umutsuzluk kaplıyor, çıkarken de "artık ben hayatımı buraya adayacağım" dediği alana gittikçe soğuk bakıyordu. 

Hele ki çocuk oyunu mu? Girilen görüşmelerde insanların tiksindirici tüccar bakışları, tavırları falan. Tiiyyy. Tiksinmişti. Daha da gitmem bir çocuk oyunu olursa diye. 1-2 önceki hafta grubun yetişkin oyunu için yapılan bir başka seçmesine daha gitmişti. Olumlu sonuç çıkmamıştı oradan da. Oradaki insanları falan bir sempatik bulduğundan bir de çocuk oyununa başvurmuştu ama kabul alsa gitmeyecekti.

Ankara'nın sokaklarını karış karış ezberlediği bir yazdı. Birayla rakı içtiği, iyiden iyiye ağzının Behzat olduğu bir zamanda telefon çaldı. Gel dedi görüşmeye. İşim yok, bari gideyim diye düşündü. Sonuçta seçmeye girdi ve beğenildi. Bu da iyi bir şey. En azından. Yürüyerek geldi görüşmeye. Tam zamanında. Masayı buldu oturdu. 

"Charlie'nin çikolata fabrikası'nın yazarı" diye kelimeler döküldü masanın üzerine ağzından kızın. Bildiği tek referans oydu çocuk edebiyatına karşı. "Ulan insanlar ne güzel şeyler okuyor, bana bak çocukken okuduğum en iyi eser Ömer Seyfettin'in Kaşağı'sı. Kültüre bak be." diye içinden geçirdi. Zaten dışından geçirse muhtemelen bir Behzat çıkardı "ne anlatıyon la" sen diye. "Biz" dedi gözlüklü çocuk "senin yaptığın şeyi sevdik" İnansın mı bilemedi. 3 dakika kalmıştı hepi topu. Nesini sevmişlerdi anlayamadı. 

"Çocukları ciddiye almak istiyoruz. Bizimle bu işe var mısın?" oha lan. İş teklifi almıştı az evvel bayağı bayağı. Para kazancak gibiydi neredeyse. Aslan Kral'ı sahi 2 sene evvel izlemişti. Koskoca haliyle ağlamaklı olmuştu. "Aslan Kral yapmak istiyoruz" dedi kız tam bu sırada. Fark etmeden yüzü güldü çocuğun. Evet dedi. Kanı kaynadı. "iyi olacak gibi" derken metin yollandı internetten. Kendi rolünü çok sevdi ve okuma provasına memlekete söz verdiği halde gitme işini iptal ederek gitti. Sakal tıraşı olmuştu.

İlk provasında çok eğlendi derken gerisi geldi. Teker teker insanları tanımaya başladı vesaire derken birden oyun için kaygılanır ve heyecanlanır olmuştu. Bunu hiç tahmin etmiyordu çocuk. İnsanlarla gülmeye etmeye başladı derken CADILAR'ı kendi yerini iyiden iyiye açmıştı. Gündüz, gece, öğlen, akşam, sahne, okul, mail, mesaj derken "Ben olmuşum Cadılar!"

Seyirci karşısına çıktığında kendi sahneleri 1 saniyede falan bitmişti onun için. Tek hatırladığı sevgilisinin ve yakın arkadaşlarının gülmesi. Bir de bir çocuğun kendisiyle iyice çocuklaşması. Derken bitti. Çok güzel hissediyordu. Cildinde hissetti o güzelliği. "Aslan gibiyim be" diye geçirdi içinden. "Simba'nın ergenliği gibi, maşallah" diye iç geçirdi sevgilisi kulise geldiğinde. Sarıldılar. Beğenilmek herkese yarar. Tüm rol arkadaşlarına teker teker sarıldı çocuk. Sonrası iyilik güzellik. "İyi ki burdayım be, iyi ki CADILAR var. İyi ki sen de varsın Ömer Seyfettin!"

12 Aralık 2012 Çarşamba

in a sec.


+Merhaba
-..
+Merhaba
-..
+Merhaba. Korkmanıza gerek yok. Sadece
-Ne
+Yok, sadece ben
-Evet
+Bu konularda ben acemiyim de.
-Konu neydi
+İşte ben de siz bir yerden başlarsınız da bir şekilde ilerleriz diye düşünmüştüm
-Nereye
+Ben… özür dilerim. Gerçekten.
-Yok yok, boşuna dilemeyin. Ben merak ettiğimden soruyorum, nereye ilerleyeceğiz ki?
+Yani ben sohbet ilerlesin diye demiştim.
-Hah işte sohbet nereye ilerleyecek?
+Ya hani öyle derler ya, giriş gelişme sonuç şeklinde olmasa da hani böyle etkileşimsel bir şekilde ilerler ya hani sohbet.
-Sen az evvel etkileşimsel mi dedin?
+Evet?
-Hayatında kaç kez etkileşimsel kelimesini bir cümle içinde kullandın peki? Yoksa burada beni etkilemeye mi çalışıyorsun?
+Yani, gerçekten, bakın, ben bu kadar rahatsız olacağınızı bilseydim…
-Evet?
+Yani, burada tek başımızayız. Ne yapmamı önerirdiniz? Yani siz buradasınız ve bir şekilde iletişime geçmem gerekiyordu.
-Gerçekten buna ihtiyaç duyuyor muydun?
+Bakın! Hiç yaşanmamış gibi devam edelim mi hayatlarımıza? Burada sinek dahi uçmuyorken, sadece siz ve ben varken, bir insanla konuşmak yerine burada, ne bileyim, ağaçla falan konuşurum.
-İlla bir insanla konuşmak zorunda mısınız?
+Ben bir tek insanların lisanını biliyorum.
-Hepsinin?
+Hayır tabii ki. İnsanlar gibi konuşan, yani konuşmak sadece insanlar için. Demek istediğim, siz insansınız ve en azından aynı türdeniz. Nasıl köpekler falan birbirleriyle farklı şekilde anlaşıyorlar, biz de bir yolunu buluruz buradan çıkmanın diye. Belki fikir yürütürüz diye bir şekilde. Ne bileyim. Neden sorduğumun bir önemi bile yok artık çünkü o kadar pişman ettiniz ki beni.
-Özür dilerim.
+Nasıl?
-Söyleyerek.
+Yok yok. Yani şaşırdım. Sizden beklemediğim bir hareketti. Demek ki göründüğünüz kadar soğuk değilmişsiniz.
-Hiçbirimiz öyle değiliz ki.
+Hiçbirimiz?
-Sen ve ben.
+Nasıl?
-Farkında değil misin?
+Neyin?
-Az evel ne demiştin?
+Ne zaman?
-Neden her soruya soruyla karşılık veriyorsun? Burada bir sinek bile uçmuyorken demedin mi? Dedin.
+Evet?
-Hah işte. Sinekler neden bu kadar umrunda?
+Yok yani, umrumda olduğundan değil. Ortada göremeyince.
-Yoklar.
+Nasıl, hiçbiri mi?
-Hiç kimse göründüğü gibi değildir demedik mi?
+Konu karmaşıklaşıyor ve ben hiçbir şey anlamıyorum.
-Her şeyi anlamaya neden zorluyorsun ki kendini?
+Bakın, etrafımız karanlık. Bir bakıyorum ve sizi görüyorum. İnsan olduğunuzdan dolayı sizinle iletişime geçmek istiyorum ve merhaba diyorum. Sonra bana garip garip sorular soruyorsunuz ve konuyu alakasız yerlere alakasız şekillerde getiriyorsunuz. Rica ediyorum, ya susun artık ya da mantıklı konuşun.
-Peki. Üç iki daha beş eder.
+Efendim?
-Mantıklı cümle kur demedin mi? Böyle bir önerme yapıyorum işte. Mantık dahilinde. İspatla!
+Sizinle uğraşamayacağım!!
-Neyle uğraşırdın peki!
+Buradan çıkmak istiyorum ben!
-Olmaz süren dolmadı!
+Ne süresi?
-Var bir süre. Sen orasını karıştırma!
+Bir dakika!
-Ya da bir saniye!
+Hayır ben durun manasında demiştim!
-Duramayız, artık çok geç!
+Ne geç?
-Her şey,hepimiz. Hepimiz göründüğümüz gibi miyiz? Herkes için çok geç.
+Noluyor?
-Ne demek noluyor?
+Bu ses ne?
-Bitti!

Kıyma


“Ayaklarım çok ıslak” diye düşündü, metronun kapısı henüz kapanmamıştı. Rutubetin kokusu zaten sıcaktan genizlerine işlemişti. “Kış gelse!” diye mırıldanırken buldu kendini. Gelse, gelse de yine aynı dert. Kışın da bu ayaklar yağmur suyundan ıslanıyor. “Aslında kışın da terlik giymek” diye çok mantıklı bir önermeyi delicesine savunmaya başladı içinden. “Kışın bütün gün ayakkabının içinde kalınca tabi, botlar bi de dışarıya havayı da geçirmiyor. Gorotex pahalı. Onlar iyi ayakkabı. Dağcılar filan hep kullanıyor. Avrupalıların ayağında hep onlardan var gezerken bile. Çünkü ferah. Kışın sıcak yazın serin. Mağara gibi ya tıpkı. Böylece mantar olmaz insanın ayağında.” diye hararetli hararetli düşünürken ağzı kurudu bir anda. Kendi kokusu muydu bu kadar kötü kokan yoksa metronun içi miydi ya da bütün kokular bir arada bu kadar kötü mü kokuyordu? Aslında bütün kokular birleşince o kadar kötü kokmazdı en azından kokmaması lazımdı. Belki de sıfıra eşitlemesi lazımdı kokuların kendi kendini. Ama bu kadar da kötü kokmazdı bir şehir. Kanalizasyonda seyahat ediyor gibi hissediyordu her geçen metrede. Her metroda böyle mi hissediyordu bunu bilemiyoruz ama her boşluktan, her havalandırmadan safra kokusu geliyordu buram buram burnuna. Midesi daha fazla kaldırmadı. 3 durak önceden indi. Yürüyen merdivenlere koştu. Sanki yukarıdan sıcak safra dalgası geliyordu.

Havada nemi görebiliyordu. “Hep nemden, tansiyonum düştü, ağzım kokuyor. Bir su içsem iyi olur” diye düşündü. O an kusmakta olduğunu fark edememişti işte. Kusmuklar boynundan akmaya başladıkça “Abi ne terledim ya, baksana yoğun yoğun” diye düşünüyordu. Hızlıca merdivenleri çıkmaya çalıştı ama ayağı kaydı. Kimin ayağı kaymazdı ki yürürken. Bir aksilik oldu kaydı işte. Biri her seferinde gereksiz yere basılan stop düğmelerinden birine basar diye gerisin geriye yaslandı. Merdivenler kendini yukarı çekiyordu yavaş yavaş ve aynadan kendini gördükçe hayatta en çok yapmak istediği şeyi yapıyor gibi hissetti. Uçuyordu. Hareketsiz yatarak tüm insanları geride bırakıyordu.

Derken bir anda çığlıklar gelmeye başladı. Merdivenin sonuna gelinmiş ve artık yürüyen merdiven dev bir kıyma makinesine dönüşmüştü. Tek çekim. Adam kıyma olmaya başladı tüm kemikleriyle birlikte. Her hücresi dönüşürken kıymaya dünyanın en mutlu adamı olarak hissetti. “Biraz dinlendikten sonra benim ne köftem olur” diye geçirdi içinden kıyma. Hala dinlenmeyi düşünüyordu bu sıcakta. Ve hala rutubet kokuyordu makine.