3 Ekim 2014 Cuma

Kedi Gözlü Oyun


“O gördüklerimiz de fosforlu olan o kedi gözleri bize yol gösterici… yani bizim bu sosyologlarımız…”
Necati Şaşmaz, 12 Haziran 2013


Çocuklar;

Girişi çocuklar diye yapayım ki, aramızda hiyerarşik bir fark olsun, ben tepeden bakan biri olarak bazı sıkıntılarımı buyurgan bir tarafla yazabileyim. Hatta öyle yapayım ki, ne kadar mantıksız olsa da, ben sizden büyük olduğum için “İlerde benim ne demek istediğimi anlarsın” bakışıyla sizi dediklerimi kabullenmeye zorlayayım. Öyle bir cinim ben.

Bazı elitist kaygılarım var efendim Türkiye ile ilgili. Tezkere çıkmışken bu yazdığım tam olarak beni “Köy yanarken, hayat kadını (TDK: Kolay elde edilen, düşük ahlaklı kadın) saçlarını tararmış” atasözümüzdeki “kolay elde edilen kadın” yerine koyuyor. Varsın olsun, uzun zamandır düşünüyordum yazmayı. Aradan çıksın.

Evet çocuklar. (Bunun nedenini biliyorsunuz) İki tane kaygımdan bahsedeceğim bu yazımda. (Merhaba Fransız usulü yöntem bilimi kaygısı). Sosyoloji mezunu olup tiyatro yapan “kolay elde edilen” biriyim. Bu karışık durumda da saçlarımı tarıyorum. Ne diyordum? Evet, saçlarım!

Ne zaman bir olay olsa, toplumsal bir eylem, efendim çeşitli siyasi kararlar alınsa mesela, bazı bazı sorunlar, bazı çözüm süreçleri vesairelere dair, orada televizyona bazı amcalar, teyzeler çıkıyor (bazıları Nagehan gibi abla) ve tartışıyorlar. Bu tartışmalarda istisnasız ama gerçekten herhangi bir istisna yok “bu ülkenin sosyolojisi bozuk, sosyologların buna bi el atması lazım” gibi ne idiğü belli olmayan bir cümle sarf ediliyor. Duyduğum anda tüylerim diken diken oluyor ve söyleyenin ağzında vurasım geliyor, mandalla tutturasım geliyor. O derece. Evladım! Hakikaten sayıylan mı veriyorlar? Manyak mısınız? Sırf adı psikolojiye benziyor diye, aynı puan türünden alıyorlar diye, senin oğlan ÖSS sınavında (anlatım bozukluğu 101) iki bölümü alt alta yazdı diye aynı şey mi lan bunlar? “Bu ülkenin matematiği çok bozuldu. Çarpım tablosu filan asılsın duvarlara” diyelim oldu olacak. Bak çocuklar dediğim için de ağzımı bozamıyorum. Yazıyı bu saatten sonra değiştirmeye de üşenirim. Ama çocuklar, benim ağzım bozuktur.

Sosyologlar el atsın diyor bir de utanmadan. Zaten her türlü sorumluluğu almaktan ezcümle kaçınan insanlar topluluğuyuz, “bu işi de sosyologlar çözsün amk (afedersiniz)”. Ayrıca, madem sosyologlar bu kadar iş yapabiliyorlar, neden o bankada, öteki gsm operatöründe, beriki ilaç firmasında çalışıyorlar lan? Sosyolog olan 3-5 kişi de araştırmalarına fon bulamıyorlar, ne bileyim, çok afedersiniz sikindirik kağıt işleriyle uğraşıyorlar üniversitelerde araştırma yapacakları yerde? HADDİNİ BİL! Ayrıca sosyoloji bitirince hemen sosyolog olmuyor, onu da belirteyim. Mesela ben sosyoloji mezunuyum, sosyolog değilim.

Evet, bu konuyu bu sinirle anlattıktan sonra gelelim diğer konuya. Tiyatro. Yine ne zaman bazı olaylar olsa (bu olaylar siyasi olabilir, spor aktivitesi olabilir), bazı amcalar bunu beğenmese hemen “Herkesin gözleri önünde tiyatro oynandı, kimse ses çıkarmadı” denir. Al işte! Al bunu, vur yukardaki sosyolog fetişistine. Lan oğlum, arkadaki, mal evladım, gelip gidiyorsun iki gıdım bir şey öğren. Tiyatro zaten böyle bir prensibe dayalı. Tiyatro, etimolojik olarak bakılan yer demektir. Demek ki, herkesin gözleri önünde oynanır. E mi? Öte yandan, tiyatro bu mu lan? Gevşek!  Ne kadar beğenmediğiniz şey varsa ya da aklınızın ermediği şey varsa “tiyatro ya, bu millet bu oyunu bozar” boza boza oyun oynayamaz oldunuz lan. Bozmayın azıcık şu oyunları! Tiyatro bu kadar basit bir şey mi ya? Hobi mi lan bu? (Teşekkürler Doğa) İş ulan bu iş! Her önüne gelen tiyatro yaparsa, sen bu oyunu bozarsan, tiyatrocu ne yapacak? Zevzekliğin lüzumu yok.

Evet arkadaşlar (derse çocuklar diye başlayıp arkadaşlar diye bitiren hoca iticiliği). Saçlarımı taradım, rahatladım. Yarın öbür gün başka elitist sıkıntılarım olursa gene anlatırım.


İtişmeyin.


Arka taraf.

SoT
01:29

3 Ekim 14 - Paris

1 Haziran 2014 Pazar

1 sene sonra aynı yer (mi?) - Gezi Parkı

merhaba.

son olaylarla ilgili yazılanları okudum. sosyal medyayı takip ediyorum. geçen seneye dair videoları izleyip tüylerim diken diken olduğu gibi, bu seneki über şiddet görüntülerini görüp sinirden köpürdüğüm de oldu. mevzu bu değil ancak.

geçen seneyle bu senenin farkını sadece görüntülerden yazacak olursam, polis artık ne yapacağını daha iyi biliyor. yani geçen sene bir ara bu vakitler bazı polislerin röportajlarını okuyup empati yapıyorduk. diyorlardı ki, "emir o kadar genel oluyor ki" "kaç saattir ayaktayız" artık bu gibi argümanların olmadığını gördük. doğrudan vur emri alınmış. emir açık. ve günler gecelerce sürmediğinden artık o kadar da ayakta değiller.

bir diğer mevzu ise artık bizim ne yaptığımızı bilmememiz. geçen seneki gibi bir hareket elbette yok. belki cesaret kırılmasıyla açıklanabilir bir ölçüde. fakat daha ziyadesiyle oraya çıkan bizler artık hükümetin oyununa gelmiş, artık onların oyunu iyi oynadığı yere çekilmiş durumdayız.

geçen sene günlerce, istanbul'un göbeğinde bir komün kuruldu. yaratıldı, üretildi, yaşatıldı. her türlü şey yapıldı. hatta "artık bize ihtiyaç yok" deyip evlere bile dönüldü. her ne kadar üslup olarak ismi doğru bulmasam da `orantısız zeka kullanımı` diye bir kavram çıktı ortaya. işte bu kavramdı meydanlarda `duran adama karşı duran adam`ı çıkarttıran. bu işte binlerce, türkiye genelinde birkaç milyon insanın yapabildiği ve devletin, hükümetin ve kolluk güçlerinin bilmediği oyundu. o oyunu iyi oynadık. şimdi o oyunu oynamanın yollarına devam etmek lazım. eğer o oyunu oynatırsak, `taksim meydanında kitap okuyan polisler` gibi oksimoronlar görmeye devam ederiz ve gerçekten bir şeyler değişir.

hatırlayın; `ne yaparsanız yapın kararımızı verdik` demişti bir büyüğümüz. bakın şimdi ne var orada?

bilmiyorum hala devrim olacak hayaline inanan var mı şu dünyada. ben inanmıyorum. inanlara kesinlikle bir şey demiyorum. fakat birilerini devirip, birilerini al aşağı etmek sonrasında getireceğimiz şeyin niteliğini çok değiştirmiyor bence. polislere iki saat bile olsa kitap verdirecek kadar ne yapacağını bilemez hale getirmek daha doğru bir yöntem bence.


mesela, `her yer taksim her yer direniş`  diyorduk. ama bugün, taksim bir iktidar fetişi haline getirildi. hani her yer taksim'di? mesela haydarpaşa işgal edilseydi gezi'nin yıl dönümünde, 25bin polis taksimde bekleseydi, o zaman şahane olurdu işte.

bu arada, iktidar sahiplerinin milis güçlerine karşı kendi milislerimizin olmasına kesinlikle bir lafım yok. çarşı sayesinde, deneyimli direnişçi abiler sayesinde barikat yapmayı, biber gazından etkilenmemeyi öğrendik. onların bulunması, karşı tarafın silahlarını etkisiz hale getirebilmek için olmazsa olmazlardan. fakat onların arkasında olmaktansa, onlar gibi savaşmaktansa, kendimiz gibi takılalım hep yaptığımız gibi. bir şekilde gezideki gibi, hep bir oluyoruz zaten.

özet olarak, bırakalım `her yer taksim her yer direniş` olsun. her gün başka bir değerimizi kaybediyoruz. ama tek bir fetiş nesnesine sarılmayalım. bugün şehirde bir sürü yaşam alanımız işgal ediliyor. haydarpaşa'mı? gidelim nöbete. 3. köprü mü? gidelim nöbete.

geçen sene bir abimin gezi forumları sırasında dediği bir şey vardı, bu akımı politikaya nasıl dönüştürürüz diye. biz partiye katılmaya gelmedik ki, parti yapmaya geldik. eğlenmeye geldik. bırakın politikacılar onu düşünsün. o bizim işimiz değil.

hepinizi seviyorum.

20 Nisan 2014 Pazar

Tramvay Bekleyenler Derneği

Tramvay bekliyorum. İki insan var karşımda. Tam olarak ne konuştuklarını bilmiyorum. Bana göre solda olan adam ellilerinde, hafif kamburu çıkmış, alnından dökülen saçlarıyla oldukça kel birisi. Gören kel demez de, kel adama bak dersen ona bakarlar mesela. Elinde iki adet naylon torba var, değerli madde naylon torba. Kim bilir hangi mamutun ya da dinozorun kemiklerini taşıyor elinde. Tarihe dokunduğunun farkında bile olmadan ki olsa dahi herhangi bir market poşetine dönüşmüş tarihe artık ne kadar tarih diyebiliriz, azı dişinden gelen çürüğün kokusunu bana göre sağda duranın yüzüne, kahkahasıyla savurdu. Bana göre sağdaki adam soldakine göre daha genç duruyordu. Gerçi soldaki daha erken çökmüş de olabilirdi. Sağdakini genç gösteren kafasına taktığı eskimiş kepinden ziyade bacaklarının arasına sıkıştırdığı gitarıydı. Bir insan belli bir yaşın üstündeyse (bu yaşı belirleyen bir enstitü bilmiyorum. Herhangi bir yaşı belirleyen enstitüler de bilmiyorum. Benim bildiğim belli yaşlar 18 filan gibi beynelmilel yaşlar) ve enstrüman çalıyorsa, hangi enstrüman çaldığı fark etmeksizin etrafındakilerinin saygısını kazanıyor. Herkes bir enstrüman çalmaya bir şekilde başlar. Herkesin evinde bir gitar mutlaka vardır. Ama bunu yıllar yılı devam ettirebilmek başlı başına ayrı bir olay.

Sağdaki gitarlı adam, kıç cebinden paket içinde tütün çıkardı. Müthiş bir el çabukluğuyla bir tütün sardı. Ayakkabılarıma gözüm takıldı, sağdaki adam sardığı sigarayı soldakine verip yenisini sararken. Ben sırf ayakkabımı bağlama ve/veya çözme işini sağdakinin sigarayı sarma becerisinin yarısı kadar yapamadığımdan, bağlarını çözmeden giyer çıkarırım. Bu yüzden zaten ayakkabılarımın arkası hep erkenden gider. Ben bir de topuklarıma basarak yürürüm. O yüzden ilk topukları aşınıyor ayakkabının. Artık eskisi gibi de iyi ayakkabı yapmıyorlar zaten. 1 sene içerisinde bir ayakkabıyı çöpe atacak hale geliyorsun. Dedeme bakacak olursak biz malımıza değer vermiyoruz. Solcu amcama bakacak olursak kapitalizmin oyunu, bana kalırsa iki çift ayakkabın olursa daha uzun giyersin aslında.

Tramvay bir türlü gelmiyor. Sigarayı yakmaları beni heveslendirmedi değil. Zira ben ne zaman sigara yaksam tramvay ve/veya otobüs ve dahi metro geliverirdi. Şimdi onlar yaktılar, hem de iki kişi, şıp diye gelirdi. Soldaki adamın burun delikleri genişçe olduğundan, duman burnundan termik santral bacasından çıkarmışcasına bir ve kardeşçesine çıkıyor. Soldakinin de yeteneği bu idi. Bunun farkında olduğundan, sigarasından her bir fırt aldığında burnundan vererek sohbetine devam ediyor. O hafif kambur ve dumanlı burun, adeta bir şaman büyücüsü gibi atmosfere sahip oluyordu anında. Ve o şaman öyle inanarak çekiyor ki o büyülü nefeslerini, yak ulan bir tane daha deyip tribün oluşturasım geldi. Ben mi yaksam? Yakarsam gelir ama. Onlar yaktılar, tramvay onlara gelsin. Onlara gelsin ben sebepleneyim.
Soldaki adam torbasından bir kutu gibi bir şey çıkardı. Gittikçe enteresan oluyor bu Şaman Efendi. Şaman efendim, ayrılık ölümden beter, durunuz etmeyiniz dedimse de, kutuyu kocaman ve gevrek bir gülümsemeyle sağdakine gösterdi. Eski bir teknolojik alet. Diafona benziyor ama hoparlör bile olabilir. Hurdacılıkla uğraşıyor olsaydım bilirdim de bir sigara mı yaksak acaba?

Sağdakinin gitarı kılıfına koyma eylemi; oldukça büyük bir alanı işgal eden bir eylem. Sırtında asılı gitar kılıfının askısını sağ eliyle kavrayarak, solundan sağına doğru, vücuduna yakın, ufak bir kavis çizerken sol eliyle sapının tarafını tuttu önce. Sol elini sabitleyip, sağ eliyle fermuarını açtı şimdi de bu bez kılıfın. O arada sol eliyle hala kılıfı tutarken, sağ eliyle bacaklarının arasındaki gitarın sapından tutarak, adeta bir yılanı boğarcasına, kılıfı gitara sardı. Çabuk bir hareketle de fermuarını cıuuvvvvrrt şeklinde kapattı. İşte bu eylem, tramvay bekleyenlerde (benden başka kimse beklemiyordu) gözle görülür bir hareket yarattı. Adeta üyesi bulunduğum Tramvay Bekleyenler Derneği, bekledikleri beklemeyle ilgili bir yazı olduğunda referans verilmezse olmaz olan Godot’nun teşrifiyle sene sonu çayının hangi parkta yapılması gerektiğini tartışmaya başlamışlardı ki, hop nereye yahu? Adamlar tramvay beklemek şöyle dursun, iki sigara sarımlığı ve bir gitar koyumluğu zaman kadar orada beklemeye gelmişlerdi. Zira oranın müdavimiydiler. Ve her gün, öğleden sonra saat 3 gibi iki sigara sarımlığı ve bir gitar koyumluğu zaman beklermiş. Ben de daha sonradan öğrenecektim bu ayrıntıyı.


Bir sigara yakayım bari. Cebimden yarısını içip söndürdüğüm sigarayı çıkardım. Yaktım. Yakar yakmaz tramvay uzakta gözüktü. Yarım sigarayı söndürdüm, sadece Tramvay Bekleyenler Derneği’nin tecrübeli üyelerinin bilebileceği yarım sigarayı, bir sonraki bekleyiş için pakete koydum. Burnumdan nefesi vermeye çalıştım fakat, şaman efendim, olmadı ya.

10 Nisan 2014 Perşembe

La Maison de La Magie

La Maison de La Magie is in Blois which is a city & the capital of Loir-et-Cher department in central France, situated on the banks of the lower river Loire between Orléans and Tours*. I can say that, this city is medieval city which is surrounded by a river and city walls. 

Chateau de Blois
According to wikipedia; Chateau de Blois** is the residence of several French kings, it is also the place where Joan of Arc went in 1429 to be blessed by the Archbishop of Reims before departing with her army to drive the English from Orléans. La Masion de la Magie is the neighbour of this castle.

La Maison de La Magie is an ancient bourgeois house from 1856, in front of the castle. This house is inaugurated as museum in 1st June, 1998. Also, this museum is the only museum where magician equipements and a live show are exhibited in Europe***

After all those informations that you can easily google; I can start to tell my experience about La Maison de La Magie. Honestly, before visiting this place, I had no idea about it. Anyway, it was easy to find it. From the highway, you can see the signs of La Maison de La Magie. It is impossible not to find it. When I see the house, I was relaxed and.... OH NO!!! WHAT ARE THOSE THINGS!
  
Dragons

I saw the dragons -yes, dragons- on the windows of the house. At first sight, it was scary, I should admit it. After seeing my little friends' "normal reaction", as a 26-year-old boy, I realised that was not real. Every hour, these dragons making their shows to their audience. 

In front of the house, you can see a statue. Guess who? Ofcourse,it is Robert Houdin. On this statue, it writes that "On prestidigitation, there is before and after of Robert Houdin"

 The Statue of Robert Houdin and a bit of my finger (at down-right corner of picture).
Firstly, Robert Houdin was just an "everything man". He was scientist first of all. He had lots of scientific works on horography and optics. His prestidigitation fame comes from on these scientific works on optics. We will talk about it later. Let's get in to "La Maison".
Me and dragons 
 Entrance of the house

I bought my ticket for the house. You can also buy the tickets for a light show in the castle at night, but, I didn't. Because, I couldn't find a place to sleep in Blois. Anyway, I you visit, you can buy. =) 

I was there aroun 11 o'clock in the morning and I was lucky because the first live performance at th 11:15. Then I took my place in the "Grande Salle" with my friends who were from 6 to 15 years old.
Ticket and flyer

It was forbidden to take any pictures or videos, so you have to have confidence on me =) . This show's name is "Les Folies Meliès"; put on scene by François Normag and Patrice Vrain Perrault. As you know; Meliès is the one of the greatest artists in cinema and prestidigitation. He was a real illusionist at his time (1895-1938). Even if he shot over than 500 movies, we can find only around a hundred of them. And also, today's art of cinema is still using of his technics that he invented at very early ages of cinema. So, as we can understand by the show's name, it is a tribute to Meliès. There were two people on the stage, one is a man who disguised as Meliès, the other is a woman who represents today's generation.

The show was started by a classic, "Le voyage dans la lune" and then, it was a slide-show which was continued to today by mentioning all the classics like "Good, Bad and Ugly", "Disney Comics", "Star Wars" etc. Then the woman was bored because of "old fashion things" and she played a loud disco music with a stereo. It was the first "magic" when Meliès made the streo disappear. Of course, when the "magician" came up to scene, they showed us some hat tricks, such taking  out sticks from hat. But it was the first "magic" which attracted us. Briefly, I should admit that, this show was a bit light for todays generation, because, they can reach everything. They have lots of illusional things on their hands. That show couldn't surprise anyone unfortunately. However, it was really good to see what Meliès do at the early-cinema-era.

After the show whose duration around 40 minutes, I've started to visit the museum from the -1th floor. At that floor, the decoration was set up to tribute Meliès.



The most interesting thing in this section is that technic of ghost appearing. This was applicated to scenes by colaboration of Meliès and Houdin. By an optical illusion, spectator thinks that there is a ghost on scene (You can see this technic on "the Illusionist - Movie" of Neil Burger). That is the point that I can add on my art-knowledge and use in the future.


Ghost Appearing 

In this section, I also was that some make up technics in cinema.



Basically cinema is a flow of 24 frames of picture. If you can see that picture with the right rythme, you can realise the mouvements on the picture. So, of course, in this cinema section, there you can find the firs movie players.








They were real illusions for the era.The invention of first cinematographes, first movie generators and players was the "Rennaissance" of illusion. The illusion becomes more than juggling. 

On the ground floor, there are lots of optic illusion tools. I will show some of them.
You can see me as a prisoner in the castle chessman. There was a little gap which was covered a little glass.  When I looked into, I saw myself as a prisoner

 This is really hard to explain. This little passage was covered with mirrors and you feel like on the air or on tmiddle of a cliff.
As a classic: funny mirrors

In this section, there are also some perpective tricks on pictures.




On the last three photos, you can see three different perspectives of a wall. From every perspective, you can see different picture.



On the last two pictures, you should solve mind-trick puzzles. On first pictures, there are two different animals, on the last there are two different visages.


The real museum part starts with Houdin's office and flat. In this flat you can see the tools of Houdin. Such as, magical sticks, his show hat and gloves, old tickets, notebooks etc.







For me, the most impressing thing was about this section, it was his inventions. As I pointed out earlier; Houdin was a scientist. He worked on lots of things, especially on optic and on horography. With his optical inventions, he tried to heal cataract problem.



As a magician, Houdin was also "horloger". For me, the concept of time is very special. I believe that everyone has a mainspring wounded up in themselves. Everyone lives their lives as single seconds. We can not live hours or years. We can only live in actual second. For me, the illusion is a second which is long lasting. Houdin invented some magical clocks. All the dimensions are tranparents, but, you can see the time pasts. It excites me.
Magical Clock**** 


In the last flat of La Maison de La Magie, there is a room which is called; Hallucinoscope. This section is invented by Gérard Majax. Basicly; you have a mirror-glass on your nose and it reflects the objects which are hanged up. So, it makes you feel that all these objects are on the floor. I was trying to make a video but it is not really clear. However, it can give you opinion.
This is the mirror glasses that you should keep on your nose. It doesn't cover your eyes.It is like blinkers. It doesn't allow you to see the floor. So, you can be "hallusinated"



Hallucinoscope*****
It was the best experience in this house for me. Even if I could understand easily how it works, I was really hallusinated. On every obscatle, I hesitated to step forward. It was really impressive.

To summarise up my visit in La Maison de La Magie, I can say that, it was a bit light. With the other words, I can say that it wasn't such impressive that I expected. However, on a poster that I saw at the end, really inspired me. There were some words of Houdin; "Then, I entered the scene. I was with spectator-friends. To extend these emotions, I close my eyes and mentally transport myself to top of my theater. But why, this fiction, I would not do a reality? I could not, every night, guided by faithful memories, continue in another form the course of my representations of the past?". These words really hit me. On the stage, we, actors, lie. And the spectators come to believe us. Same in an magician's show. Everyone knows, the magician cannot cut off a person, or he/she cannot fly. However, they really would like to believe our lies. Spectators and actors are really close friends because of this effect of illusion. They keep a common secret. Even if it is a fiction, everything on the scene is real. You feel an extended emotions from your past to your future. Whatever you see on the stage, Romeo & Julliet or a magician, they make you share same secret; the illusion of playing. 

Thanks to Houdin; I will always remember the illusion of playing on the stage, as a kid does. You should know it is a show, but you have to believe its reality. Then, share with your friends, I mean, with your spectators.

  
*http://en.wikipedia.org/wiki/Blois
**http://en.wikipedia.org/wiki/Ch%C3%A2teau_de_Blois
***http://www.maisondelamagie.fr/1059-presentation.htm 
****You can check more clocks on http://horlocentrale.com/?p=4660 
***** To see a cleaner version on youtube : https://www.youtube.com/watch?v=DlNHFMAlxzY&noredirect=1

You can support on  me http://www.indiegogo.com/projects/oytun-at-lecoq/x/6395262 

12 Mart 2014 Çarşamba

Berkin Elvan


2024 yılının kavurucu martı. Otobüsten indi delikanlı. İner inmez etrafına bakındı. Saatini kontrol etti. Mesajlarına baktı. Parkın girişindeki çiçekçiden bir demet karanfilin fiyatını sordu,ağır ağır, karanfili çok severdi sevgilisi. Gerçekten sevgilisi miydi o kıvırcık saçlı kız? O kadar peşinden koşturtmasına ne gerek vardı ki? Parası çıkışmadı, helallik istedi çicekçi teyzeden, o kadar yavaş istedi ki, demetten tek karanfil çekip çiçekçi teyzeye vermesi daha çabuk oldu. Ayağını sürüye sürüye parka girdi. Bir banka ilişti. Bir sigara yaktı. Derin bir nefes aldı. Kafatasının içi yanmıştı. Yasaktı içmesi. Olsun. Yasak olsun. Ben onun için her şeyi yaparım. İstesin, ölmem bile.

Uzaktan göründü kıvırcık saçlarıyla esmer güzel. Yüzü sıcaktan mı kızarmıştı, yoksa allık mı sürmüştü ilk buluşmaları için, karar veremedi delikanlı ama yüzündeki kızarıklık kafatasının içini bir kez daha yakmıştı. Bu sefer bir uğultu gibiydi. Sigara gibi yakmadı. Yaktı ama böyle, güzel.

Karanfilleri verdi. Gözleriyle teşekkür etti kız. Banka yanına oturdu çocuğun. Ne deseler yalandı. El ele tutuştular. İkisi de karşıya bakıyordu sadece. Birden birbirlerine döndüler. Heyecandan ikisinin de göz bebekleri büyümüştü. Oğlan biraz sokuldu, kız biraz yaklaştı. Koltuğuğun altına girdi çocuğun. O kadar yoğun bir nefes trafiği ki, kim ne zaman alırken neyi vermemiz gerekiyordu bilinemiyordu. Bu bilinememezlik içinde çocuk;

‘Saçların ne güzel’ dedi usulca.
‘Teşekkür ederim.’
‘Sevebilir miyim, saçlarını?’ saçların nezdinde seni demek istedi. Diyemedi. Kız sadece gülümsedi.  Ne yapsın bilemedi çocuk. ‘Yürüyelim mi?’ dedi neden dediğini bilmeden. Biraz yürüdüler, yer yer kelleşmiş çimenlerde ve solmuş çiçeklere basmadan. Sıcak gittikçe artıyordu. Aslında kimsenin yürümeye niyeti yoktu.

Kız yoruldum deyip bir ağacın gölgesine oturunca, yüreğindeki kelebekler o kadar hareketlendi ki, derhal ne yapacağını bilemez bir halde kızın bacaklarına içi sızım sızım sızlayan başını koydu.
‘N’oldu burana?’ dedi kız kafasını severken oğlanın.

Bu sefer gülümseme sırası çocuktaydı. ‘Ben, her işi yavaş yapıyorum. Bir gün ekmek almaya diye çıktım evden 342 gün sonra eve döndüm. Ekmek de alamamıştım’

----------------------------


Bir hayalde yaşama ihtimalimiz vardı, şansımıza da bizim bu kabuslar çıktı. Bu kabuslardan uyanamadık. O, ‘Bu kabusa uyanacağıma, kendi hayalime uyurum’ dedi belki de ve uyanmadı. Bir ocağa düştü ateş, bin ocağı dağladı. 

Nefes alacak yerim kalmadı. Verecek beş kuruş da nefesim yok. 

Güle güle.

23:58, 11 Mart 2014
Lyon

8 Mart 2014 Cumartesi

Bir ekmek, bir su, birkaç da karar belki de iki yumurta

Bir bardak su koymaya diye kalkmıştı yatağından. Yatağı hafif ıslak. Olur öyle arada. Apış arası ter. Ama yine de uykumda işeyip işemediğini kontrol etti. Yorganı apış arasına alıp uyuduğundan bazı geceler çok terliyordu. Fakat o bazı geceleri hala bilememişti, tam olarak neden bu kadar terlerdi ki bir apış arası. Kilodunu çıkardı. Tuvalete kadar çıplak yürüdü. Ellerini kullanmadan ayakta işemenin tadını çıkarıyordu. Hatta son damla damlasın diye pipisinin ucundan biraz kendi bedenini salladı. Bu işlemden gereksiz bir haz almıştı. Ufak hesapların peşindeydi sürekli. Mesela bir ufak hesabı yanlış yapmıştı. Bunu hep karıştırıyordu ne yazık ki! Tuvalete gitmeden önce mi su içmeliydi sonra mı su içmeliydi? Bu sorunsalla geceleri ne yazık ki çoğu zaman zehir oluyor, aslında o kadar zehir olmuyor da, bir kez daha ayağa kalkmak zorunda kalıyor. Suyu içti. Çişim mi var diye dursa bile yeni işemiş olduğunun bilincindeydi.

Yatak serinlesin diye camı açtı. Camı değil de pencereyi açması gerektiğinin bilincinde o kadar değildi işte. Serinlik apış arasına değip geçti. Üşür gibi oldu. Tam üşümedi ama. O yüzden kapamadı. Anlamsız yerlere baktı. Sokak lambasının bağlantı yerlerine, içine sokak kedileri için mama konmuş yoğurt kabına ve onun az ilerisinde ‘sıçarım yemeğenize’ der gibi yapılmış iki yan apartmandaki yaşlı çiftin bir o kadar yaşlı köpeğin kakasına ve daha birçok bunu gibi sokak dekoruna baktı. Bazı kararlar vardı alınması gereken. Sabah bir de ekmek ve yumurta alması gerekiyordu. Sabah ekmeği almaya çıkarken almaya bıraktı kararlarını. Gece gece açık kararcı bulamazdı ya da bir karargah. Pencereyi kapamak istemesine rağmen inatla camı kapadı. Yatağına yattı. Yatak serinlemişti. Apış arasına sıkıştırdı yorganı. Yine çişi geldi. Suyu şimdi içmesi gerektiğinin haklı gururunu yaşadı bir süre.

‘Sabah ekmekleri ve kararları almazdan önce çişimi yaparım, hafifçe alırım ne alınacaksa’ dermişçesine yatağında döndü.

00:35, 8 Mart 2014
İstanbul

3 Mart 2014 Pazartesi

Zeynep'e

Bazı zamanlar, bazen düşündüğün gibi gider de, aslında ben böyle düşünmemiştim dersin.

Abim aradı. Sesinde heyecan var çokça, derinden sezilen bilinmezliğin getirdiği inceci bir korku. Çok da değil ama. Kokusu var. Ben hala sağdan soldan durum güncellemesi almaya çalışmaktayım yazlıkta. Biber gazı atılmış mı filan. Üzerimde hala kokusu var. Çok hassas zamanlar. ‘Naber amca?’ diyor, kalp ritmini hızlandıran. Sanırsın nefes almadan 1 litre kola içmişsin. Öldürülen insanlarla aynı zamanda geliyor haberi. Sevinmek istiyorum. Ama ‘ayıp olur’ var ya! Ondan işte hep. Ayıp oluyor gelenlere de göçenlere de. Ben yine de seviniyorum. Hem de çok.

Hücrelerini sayıyorlar. ‘Kaç hücreyi üst üste koyunca bir insan olur doktor amca?’ gibi sorular geçiyor aklımdan. Gerçekten kaç tane hücreyi üst üste koyunca bir insan olur? Biraz da ben vereydim. Yazık. Hepsini abimler koyabilecekler mi acaba? Ne zamana insan olur ki? Biraz daha bekleyelim ya.

Doktora gideceklerdi. Aradım. Sıradayız diyorlar. Bizimkinin hücrelerini bol koymuştuk ama. Hadi bizimki bekleyemez. Neden bekleyemesin? Bazı insanların katilleri de beklemiyor. Bir can daha gidiyor. Ama bir can geliyor? Neden ben her şeyi üstüne yüklemeye çalışıyorum? Yükleme abi işte. Bizimki bol hücreli. Siktir et. Pat telefon geliyor. Ne telefon. Kız diyor. Sanki erkek olsa üzüleceğim! Olur mu? Davul zurna var kafamda sabahtan beri oğlan bizim kız bizim çalıyor. Kız hakikaten bizim bu sefer. Annem ağlıyor. Babam? Erkek adam ağlar mı lan? Sinsi ağlar. Terlemiş gibi ağlar.

Her geçen gün bekliyorsun da, yengenin karnı büyümüyor ki abi! Büyümüyor ya? Oğlum hücresini bol vermiyor musunuz bunun siz ya? Gidecem birkaç güne! Bol verin hücreyi.

Ben neden Fransa’dayım? Ev mi buldum? Yok ya! Burada yaşıyacağım artık? Derken abimler geldi. Birer kilo tarhana ve erişteyle. E karnı büyümüş? Hücreler yaramış. Zaten öncesinde alınmış bir tulum var. Hücreler üst üste gelince dışarda giysin diye. Mikili. Ya da ne bileyim belki de Mini’li.

Ne zaman doğacak telefonları, skype’ları derken, bilet almalar tarihler, İstanbul’a geri dönmeler vesaire... Bu süre zarfında girilmiş tam olarak 14 depresyon, 98 gelecek kaygısı –ki kendisi her sabah zihinde zuhur etse de tam olarak 98 kez kaygı güttürecek kadardı-, 159 adet ‘galiba dönüyorum ben! Param bu sefer harbiden bitti’ sıkıntısı var bavulumda. Dönerken. Bir de ‘Bu kız ilerde benim amcam bir şey istedi de onu yaptı desin’ kaygısı. En büyüğü de o. Kız bi de ha! Zeynep!

Gelmeler etmeler. Amca olacağız ya. Gömlek alınır ve giyilir. Ya ben gömlek giymem ki o kadar sık? Olsun. Amcasın. Ağırlığın var. Aslında dayılar çılgın olur. O yüzden dayı olmak daha mı bi sempatik? Ulan boşver! Çocukla senin aranda her şey! Severse sever! Sevmezse de kendi bilir! Neyi sevdirecen daha? Olsun gömlek giyeyim ben yine de!

-Tokuç bebek? diye bol soru işaretli çınladı koridor, annesinin ameliyata girmesinden 40 dakika sonra. Valla biz Zeynep bekliyoruz. Kimse Tokuç bebeğin sahibi als...bi dakka! Olm lan bu bizim! ‘kızım’ deyip başına dokunuyor abim ve hemşire teyzelerinden sonra kendi gözyaşlarıyla yıkıyor kızını. Ben mi? Adrenalin! Ama öyle böyle değil! Uyuşturucu! Kafası şimdi geldi qanqa! Herkes ağlıyor!

Asansör geldi! Bu sefer büyük asansör. Büyük asansör, hastalar sedyeyle sığabilecek kadar büyük, diğeri de sıradan asansör. Büyük asansör geldi. İçinden ANA geldi. O zaten uyuşturucu müptelası gibi. Gözyaşları var ama yüzünde aşırı mutluluk. Elinden tutuyor, bu işe beraber kalkıştıkları kocası. Ağlıyor ama o da işte babasına çekmiş. Erkekler ağlar mı? Ağlar lan! Zeynep’in babasının babası da ağlıyor çünkü. Kenarda. Kızın annesi, beni hayatında sevmediği kadar sevdi. Sarılabilse sarılırdı.

Öpmeyin dediler. Hazırolda durduk. Doktoru geldi. Öptü. ‘Niye kızını öpmüyorsun?’ diye de abime kızdı. Harbiden? Öpülür müydü ki bu kız? Kıyabilir miydik öpmeye?

Yaklaşık 4-5 saat önce uykuya omzumda daldı. Hıçkırıklar içinde. Nefes alıyor. Ağlıyor. Hıçkırıyor. Ah be kızım! Neden doğdun ki şimdi durduk yere? Ben zaten dünyayı pek sevmiyorum! Sen neden geldin ki bu halinle? Şimdi senin için çok şey yapmam lazım benim! Bu dünya iyi bir yer değil be safsütüm. Amcanın başarmasını, adam olmasını istersin di mi? İşte doğdun ya! Olacak sana gerçek amca.

Babandan annenden saklamak istediğin bir şey olursa bana söyle e mi? Ben iyi sır tutarım. Kendime bile söylemem. Sahi! Gerçekten sahi misin sen? Sen doğdun ya! Başarmalıyım istediklerimi ben!

Hoş geldin kızım!

04:26 3 Mart 2014 - İstanbul